Hakkımda

21 Aralık 2011 Çarşamba

Sevgilimin cenazesinden

Nerde olduğunu bilirdim, gecelere değin sürerdi bazen evine gelmesi
Biraz kitap okurdum, biraz pencereden dışarıyı izlerdim, saat yarım olurdu, bir olurdu, uyku bastırırdı bazen.

Telefon elimde uyuyakalırdım. Sonra saat belki iki, belki daha geç çalardı telefon. öksürürdüm açmadan önce sesim çatallamasın, uyuduğumu anlamasın diye. "uyumuş muydun?" diye sorardı karşıdaki ses. "Hadi uykuna devam et" der de kapatır diye korkumdan "yok uyumuyorum" derdim.
O sesi beklerdim, çünkü, duyduğum anda bir uçak havalanırdı, o boşluk hissi, o kalp hızlanması, o ayakların yerden kesilmesi...
Beklerdim çünkü, duyduğum anda gökten bir yıldız kayardı, o mucizevi manzara, o karanlıktan doğan ışık, o güzellik, o huzur...
İçimden bir ses, bana onun yorgun olduğunu, uykusu olabileceğini söylemese, sabaha kadar kapatmak istemezdim telefonu. Ama kıyamaz, yine "hadi uyu da dinlen" diyen ben olurdum.

Çok önceydi, yıllar, yıllar önceydi bu anlattıklarım. düşünün telefon bile icat edilmemişti. Bundan sebep olacak ki, bir daha telefon hiç çalmadı. Ben nerde olduğunu bilmez oldum, eve ne zaman geldiğinden habersiz kaldım. Beklemedim hiç, telefonu bir yerlerde unutup uyur oldum, uyanınca bile bakmaz oldum, çalmayan telefonuma.

Sonra telefon çaldı, içimden açmak gelmedi. Telefon çalarken uçaklar kalkmadı içimden, yıldızlar kaymadı gökyüzünden. Sımsıkı yumdum gözlerimi, kalbimi dinledim. Giden de susan da suret idi, gördüm. Bulamadım içimde surete yangından zerre. Ses aynı ses, göz aynı göz idi. Ne görmek ne duymak istedim. Belli ki gecelerce beklediğim ses, kendi sesimmiş. Yürek benimken, ses bahaneymiş.

15 Aralık 2011 Perşembe

Vay Ben Nerelere Gideyim?

     Kendimi durağanlaşan, tekdüzeleşen hayat içerisinde samimiyetsizmiş gibi hissetmekten korumak istediğimden, samimi insanların dost meclislerini arar oldum. Dediğimi yap, yaptığımı yapma zihniyetindeki hoca efendilerden, hoca hanımlardan soğumanın ötesine geçmiş bir iğrenmeyle bitişik, bıkmışlıktan kaynaklı uzak durma hali zuhur etmiş durumdayken farkettim ki, samimiyet dedik mi, işimiz gerçekten ziyadesiyle zorlaşıyor. Hangi meclise girsem birbiriyle çelişik bin bir türlü sahneye şahit oluyorum. Küllenmiş yürek yaygınıma bir kıvılcım düşsün de yeniden kor olsun diye girdiğim meclislerin, alevler içindeymiş gibi görünen illüzyonlar olduğuna hayal kırıklıkları eşliğinde şahit oluyorum. Nefsimden şikayetçi olduğumdan gitsem, nefse yenik düşen efendileri görüyorum.

     Herkesin her konuda söyleyecek o kadar çok şeyi var ki. Kendisine sorulsun ya da sorulmasın, o kadar anlatmak istiyorlar ki. Kendilerince çok sağlam dayanaklarla kabul ettirmeye çalışıyorlar, dayatıyorlar kendi düşüncelerini. Başta karşı çıkmaya çalışsam da bir müddet sonra yoruluyorum ve kabul etmiş gibi görünmek zorunda kalıyorum. Hani demiş ya şair, ne kadar bilirsen bil, bütün bildiğin karşındakinin anladığı kadardır. Tam da böyle.

     Geçtiğimiz beş gün içerisinde, gazeteci, yazar, yayıncı, dergici, radyocu, akedemisyen, öğretmen, öğrenci... belki onlarca insanla sohbet halindeydim, ya da olmak durumunda kaldım demek daha doğru. Genelde aynı konu etrafında dönüp duran konuşmalardan tesbitlerim konuya dair yorum çeşitliliği olamayacak maalesef. Şunu gördüm sadece, herkesin bir fikri var. Kimisi kolay değişebiliyor, kimisiyse yanlış bile olsa inatla kendi fikrini savunuyor. Herkes kendince haklı, müthiş bir paradoks halinde fikirler. Artık kimse dinlemek istemiyor. Modern yüz yıl, insana öyle bir özgüven aşılamış durumda ki, sanki artık her insan bilir kişi, kimsenin kimseden öğrenecek bir şeyi kalmamış. Artık insanlar internetten okudukları bir kaç cümleyle entelektüel, okudukları bir kaç kitapla aydın olabiliyor. Ve belki de daha korkuncu, artık herkes yazıyor. Bu durum beni ziyadesiyle korkutuyor. Zira artık kimi dinlemek lazım, bulmak zorlaşmışken, artık okurken de aynı hassasiyeti göstermek gerekiyor. Bir kitaplar vardı, dergiler vardı, artık onlar da karmaşada seçilemiyor...

     Herkes bir başka tele vururken, her kafadan başka ses çıkarken, kulaklarımız buna daha ne kadar tahammül edebilecek bilmiyorum. Dinlemekten o kadar yorgun düştüm ki, konuşmaya korkuyorum...

7 Aralık 2011 Çarşamba

Kekemeyim ben!

Bazı kelimelerin tanımını yapmak zordur. aslında bildiğiniz birebir yaşadığınız kavramlar nedir sorusuna cevapsız kalır bazen. bazı kelimeler de vardır tanımı yeni bir tanımı gerektirir. mesela, yaşamak ve ölmek gibi, mesela, özgürlük ve tutsaklık gibi. zira özgürlük tutsaklıktan kurtulmaktır. bu kez de tutsaklığın tanımını yapmak gerekir ki o da özgür olmamaktır.


bazı kelimeler de bilinmek için birbirinin varlığına muhtaçtır.su ve susuzluk gibi. yaşamak bir anlama muhtaçtır mesela. anlamsız yaşamak, anlamsızdır, gerek yoktur yani yaşamaya. işte o anlamlar da tarifi zor birer kelimedir.

Bazı kelimeleriyse anlatmak imkansızdır. Acı gibi...Bir yürek yanıyorsa, tek ifadesi çekilen nefessizliktir. fiziki bir nedene bağlı olmaksızın pisişik bir sebepten nefes daralması, acının bariz bir belirtisidir. anlatmayı denemek yersiz bu yüzden belki de; zira insanlar anlamıyor değiller, yaşanan şeyin izahının mümkün olmayışında sorun.
kelimeler harflerden oluşmaz bu yüzden, seslerden oluşmaz. onlar birer histir, dilde değil, kalpte olan şeylerdir. 

Kelimeler öğretmeseydi bize Allah, acaba bu kadar üzülür müydük, merak ediyorum. içimizdekileri bu kadar büyütür müydük ya da. çünkü kelimeler öyle şeyler ki, yaşananı olduğundan daha mübalağalı, hisleri hissedilenden daha şaşalı yansıtabiliyor. Allah bize kelimeler yaratmasaydı nasıl düşünürdük acaba? 
yaşamak anlamlara muhtaç, anlam kelimelere, kelimeler anlamlara... 
Tefekkür için de kelimeler lazım mesela...

27 Kasım 2011 Pazar

Sızlanmalar

Bütün kalbinizle inandığınız bir gerçeğin yalan olduğunu öğrendiğinizde, hayatınızdaki bütün gerçekler yalanmış hissine kapılabilirsiniz.
İnandığınız bir şeyin ya da bir kişinin sizi yanıltması, inandığınız diğer bütün şeylere karşı da bir şüpheye düşmenize sebep olabilir.

"Bir bakarsın, hayatının kahramanı; insanlıktan bile yoksundur. Ve anlarsın ki çizgi roman dışında, kimsenin bir kahramanı yoktur." der, Paul Samuelson.
Kime güveneceğinizi seçemezsiniz, nasıl güvenilmesi gerektiğini belirleyemezsiniz, her zaman kimin güvenilir kimin sahtekar olduğunu kestiremeyebilirsiniz. Hayal kırıklığı denen şey de tam olarak bu aslında. Bir güven çöküntüsü, bir inanç enkazı. Duyduğunuz güvenle beraber düşlediğiniz şeylerin kırılıp ufalanması...

Bundan sonra kimseye güvenmeyeceğim gibi bir cümle anlamsızdır, zira, güven duygusu bir ihtiyaçtır; insanın acziyetini yüzüne vuran, tek başına kendisinin bir şey olmadığını hatırlatan bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaçtan ötürü insan yanılır, çok yanılır. Ve her yanılışında, hiç yanıltmayacak o kapıya sığınır; duâ kapısına..!
Evet baştan duyulan acıyla görmezden gelinebiliyor bu gerçek. Bütün gerçekler yalan, bütün insanlar yalancı zannı hâsıl olabiliyor. Bunca yıl birbiri üstüne koyup yükselttiği, bina ettiği her şey birden yıkılınca, bir daha asla toparlanmayacak zannediyor. Parçalar birleşmez, kayıplar bulunmaz, böyle devam edemez diyor.

Buna mukabil güvendiğiniz bir şeyin ya da kişinin sizi hiç yanıltmamış olması ve asla yanıltmayacağını bilmeniz de, her şeyden şüphe edilmemesi gerektiğini öğretir. Bunu bilmek bile, insanı her şeyini kaybetmekten korur. Çünkü herkes yalan söylese de, asla yalan söylemeyecek biri var, her şey yalan olsa bile gerçekliği gün gibi aşikar biri var, herkes ihanet etse bile, hiç yarı yolda bırakmayacak biri var...

Böyle bir gerçeğe inanan birini hangi yalan ve ihanet yok edebilir?
Evet kırar, evet parçalar, evet canını fena yakar; ama inanan insan kalkar, doğrulur ve dayanmayı bilir.


Bu denli emin olunabilecek tek varlık olan Allah, Rahman'dır ve Rahim'dir !

23 Kasım 2011 Çarşamba

Gülümsemedin diye ben böyle oldum

Bana bir kez gülümseseydin, belki ben bir kuş olurdum
Sessiz ve sadık, hep yanında dururdum.
Ne kadar uzağa gidersen git,
Ülkeler sınır olamazdı.
Ne söylersen söyle, artık beni kıramazdı
Gökyüzü neden sever kuşları?
Kuşlar nasıl da süsler baharları...

Sen bana bir kez gülümseseydin, ben güzel olurdum
Yeniden seni görürdüm aynalarda
Bütün kötülükler unutulurdu, yaşamak anlamlı olurdu.
Uçmak imkanlı olurdu.
Alır başımı yanına gelirdim,
Kendimi siper ederdim, hasımım olurdu hüzün,
Asılmasın diye bir daha yüzün.

Sen bana gülümseseydin, bana bir umut olurdu
Bağışlanmaya dair...
Taptaze bir nefes olurdu hayata.
Çocuklar hiç ağlamazdı bir daha.
Sıcacık bir kan yürürdü gözlerinden yüreğime
Her gülüşün ayrı yaşamak umudu verirdi ellerime.

Sen, o gün, orda gülümseseydin bana bir kere,
Belki şimdi yanında olurdum.
Üsküdar'da olurduk, ya da İstiklal'de
Vapura binerdik, martı olurduk belki de...

Sen bana bir kez gülümseseydin sadece,
Ben şair olurdum.
her göz kırpışın taptaze bir mısra olurdu içimde
Her nefes alışında kalbim dururdu.

Baktım gözlerinin ta içine, gülümesemedin bir kere
Baktım ki gözlerinin çocukluğu yok artık,
gülümsemedin diye bütün kapılar yüzüme kapanmış
Bilemedim...
Hayal kurmanın da mı zamanı varmış?

14 Kasım 2011 Pazartesi

Düşündüm de;

Bugün, bir yıl boyunca satır satır, sayfa sayfa, bıkmadan, şevkle ve aşkla
Hergün bir şeyler yazdığım, üstüne de bir yıl sadakatle sakladığım bir defteri, bir poşetin içine koyup çöpe attım.
Üstelik bir kaç parçaya ayrılmış, koparılmış sayfalar halinde. defter artık bir şey ifade etmediği için yaptığım bu eylem, sonrasında beni bambaşka düşüncelere sevk etti.

Bundan birkaç ay önce, atmaya kıyamadığım, arada bir baştan sona okumaktan bıkmadığım bir defterdi.
Atarken ise okuduğum yalnızca birkaç sayfa...

Aşikar ki, zaman hiç geçmeyecekmiş gibi can yakan acıları komikleştirebiliyor.
Bugün can yakan şeyler, belki birkaç ay, belki yıl sonra keşkelere dönüşeiliyor.
Bu sonuç da algı sebebinden kaynaklanıyor. Zira algı dışına çıkan her nesne ya da kişi için yapılan tüm fedakarlık ve jestler, hatıralar ve hediyeler önemsizleşebiliyor.
Artık hayatında olmayan ve olmayacak olan şeyler birer kalabalık ve yük oluveriyor.

Elbette bu bir nimet. Ki ziyadesiyle zayıf bir varlık olan insan, binlerce hatıranın yükünü nasıl kaldırsındı?..
Alışmak, unutmak, sabretmek, kabul etmek, devam etmek, azmetmek...
Derken, rahmeti ulu Rabb yeniden umutlar var edip mutluluklar yaratır
Ki zaten ömür denen şiir kaç satır..?


31 Ekim 2011 Pazartesi

Sevgili günlük


çok saçma günler geçiriyorum
hayatın kıpkısacık olduğunu düşünmeye başladığımdan beri, kıymeti bilinesi neyim varsa
kaybediyorum.
neye hep yanımda olsun dersem, arkamda bırakıyorum.
hayal kurup plan yapınca
yanılıyorum.
her bir şeyden elimi eteğimi çektim o nedenden ötürü
kaldırdım ne varsa hayatın üstüne kurduğum
yarın ne olacaksa olsun, olsun göreyim
tahmin etmiyorum, program da yapmıyorum.
dün ne olduysa oldu, oldu ne edeyim
'niye' demiyorum, bakıp kalmıyorum.
Hz. Mevlana'ya kulak veriyorum
"dünle beraber gitti cancağızım ne varsa düne ait
şimdi yeni şeyler söylemek lazım"
gülümsüyorum
önemsiyorum...
birazcık mutlu olunca şımarmasak, böyle kursağımız tıkanıp kalmaz belki de
azıcık yaşayınca hiç ölmeyeceğimizi de sanmasak bir de
 her söylenene inanmasak
her ışığı güneş sanmasak...
neyse...
iyiyim, yine uyku tutmadı da...

18 Ekim 2011 Salı

Sağlıcakla...

Her derdi arz etmek olmadı tavrımız.
içimize attığımız, içimizde tuttuğumuz,
içimizde sakladığımız, hatta içimize gömdüğümüz çoktur.
verdiğimiz sözlerin altında ezilişlerimiz,
kurduğumuz hayallerin yıkılışına sabredişlerimiz
bekleyişlerimiz, çok bekleyişlerimiz, hep bekleyişlerimiz...
gidenlerin ardından sessizce izleyişlerimiz...
çoktur...

Sağlık olsun...

1 Ekim 2011 Cumartesi

Güneşi Beklerken

itiraz etmezsem güneşli günler göreceğiz
tek başımıza;
hep kara olacak gözlerimiz masmavi göklere bakarken
eğer burda böyle geçerse zaman..
ama sen,
beni ellerimden tutup berraklığa davet et
gözlerin ilk kez gördüğünde bakışlarımı
bana güneşli günler vaad et...


güneşli günler diyorum
berrak sular gibi akan günler
tertemiz, huzurla ve durmadan;
durmayacağını biliyorum.
sen, kim olmak istersen o olarak gel
güneşli günler getir bana
ve sen kim olursan ol, nereye götürürsen götür beni
itiraz etmeyeceğim sana
yeter ki güneşli günler getir bana...

 

13 Eylül 2011 Salı

Zaman'la Alakalı Düşünmeler 00012345...

Zaman konusu hep zihinlerimizi meşgul edegeldi yaşadığımız süre boyunca. Zamanı anlama çabalarımızla geçti zamanımızın çoğu. Oysa ki, daha önce de söylemiştik, zaman da kader gibi insan zihnine fazla. .Zamana ilişkin akıl yürütmelerimiz de hep yersiz ve yetersiz oldu bu nedenden ötürü.
Ve bilemiyoruz akıp geçen zamanın bizden neler götürececeğini de, akıp gelen zamanın bize neler getireceğini de. Zaman kavramı ve kader kavramı insanoğluna acziyetini kanıtlıyor belki de.
Her an önemli kararların eşiğinde bulabiliyoruz kendimizi. İşte böyle durumlarda zaman çok hızlı akıyor. Verilecek cevaplar, sınavlar, borçlar, işler.... Zaman ne çabuk geçiyor cümleleri kuruluyor akabinden. Ve bomboş geçen saatler var bir de. Beklemeler, sabretmeler, acı çekmeler.... Zaman bir türlü geçmiyor cümleleri kuruluyor ufuktaki gözlerin azmettiriciliğiyle.
Oysa zaman aynı zaman. Kulluğunu aynı tempoda, şaşmadan devam ettiren. Ne insana ne de duruma göre değişiklik göstermeyen aynı zaman.
Ve zihnim yine aynı sonuca varıyor. "İnsan"...
Kendimizi her şeyin merkezine koyduğumuzdan suçlarız zamanı ve diğer her şeyi. Duruma göre cümlesini ve tavrını değiştiren tek kuldur insan. Psikolojisi, ya da nefsi ona ne hissettirirse, odur doğru olan.
İşte bu yüzden, bana öyle geliyor ki, bırakmak lazım zamanı ve kaderi incelemeyi. Kafalar yorulacaksa, insana yorulmalı. Kendisi kendi zihnine fazla olan bir varlık olduğumuzu gördüğümüzde, aslında her şeyin kıvamında, kendimizin fazla olduğunu, daha doğrusu kendimizi anlamaktan aciz olduğumuzu gördüğümüzde, Rabb'in Azim olduğunu da görmek hiç zor olmayacaktır diye düşünmekteyim.
Meseleler çok gibi görünse de çözüm tek olabilmekte. Aynı şekilde, meseleler çetrefilli olsa da çözüm basit olabilmekte. Sadece açıyı değiştirmek ve doğru yerden bakmak gerekmekte.
Doğru düşünmek, doğruyu düşünmeye sevkedecektir kanaatini taşımaktayım naçizane.
Eyvallah...

5 Eylül 2011 Pazartesi

Siyah Derviş'le alakalı birkaç şey

Bir arkadaşım geçenlerde bir mail attı bana. Bloğunda bahsettiğin siyah adamı merak ettim dedi, ondan bahseden bir yazı yazar mısın diye ricada bulundu.
Aslında onun hakkında bütün bildiğim, onunla ilgili bir şey bilmediğimden ibaret, daha önce de söylediğim gibi. Ama arkadaşım yine sorunca, yazı ne oldu diye, gözümü boşluğa dikip Siyah adamı geçirdim aklımdan.
Aslında, biri hakkında yazmak için, onun hayatını, mazisini, hatta adını bile bilmek şart değil.
Özellikle onun için hiç değil.

Onun bir adı elbette var Sevgili dostum, ben de biliyorum üstelik adını.
Ama yağmur öncesi gökyüzü gibi bakışları, simsiyah saçları ve gözleri, içinde ne olduğu bilinmeyen kilitli, kara bir kutuya benzemesi ve hatta, belki de içi envai çeşit suçlarla dolu bir kara defterliği bile muhtemel biri olması, ona siyah adam dedirtti bana.
Verirsen selamın alan, gözleri önde olan, sep sessiz biri. Bir gün adımı seslense sesini bile tanımam diyeyim, sen anla.

Benim derdim ne bu adamla, açıkçası bu sorusunun bir cevabı yok.
Sadece düşünüyorum ona bakınca, sakinleşiyorum, ben de sessizleşiyorum.
Her an en sevdiğini kaybediyormuş gibi acılı bakışlarında kederi ta içimde hissediyorum.
Evet onu tanımıyorum, sen kimsin diye sormuyorum, hiç sormayı da düşünmüyorum.
Hani bilirsin dostum, kimi zaman düşünmemekten dolayı sığlaşırsın, işte ben öyle hissedince onu görmeye gidiyorum.
Bir bardak çay alıp elime, ona bakmadan izliyorum onu.
Maneviyata ihtiyaç duyduğum zamanlarda, onun varlığını hissetmeye gidiyorum.

Onun da bir insan olduğunu, kızdığını, nefsine uyduğunu, günah işlediğini bilmeme rağmen, göz ardı ediyorum.
O, benim olmak istediklerimin olmuş hali sanki.
Onun Allah tarafından yakınıma bir yere konulduğunu düşünüyorum hep, ya da benim, Allah tarafından onun yanına bir yere gönderildiğimi...
İşte bu yüzden onu tanımak istemiyorum.
O yazıyor, ben okuyorum.
Yazarken ya kalem kullanıyor, ya hâl... Her halukarda onu okuyorum.

Belki, manevi tarafımın ihtiyaç duyduğu dervişi hayalimde yarattım, Siyah adamın bedeninde ete kemiğe bürüdüm, kimbilir..
Siyah adama, saçması için huzuru veren Rabb'e, o saçılandan bir zerre de bana nasip ettiği için müteşekkirim.
Rabb, Siyah adama bakması için bulutlu gözler verdi, beni de o bulutlarla gölgeledi.

İşte böyle sevgili dostum..
Siyah adamı yeniden ziyaret etmek için sabırsızlanıyorum...

Teşekkürler Sevgili Şeyma Subaşı...

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Bayramınız Bereket Ola!

Nerede o eski bayramlar diye geçiyordu ki tam içimden, bir dakika dedim geçene.
Bu da nesi, yoksa yaşlanıyor muyum ben de.
Belki güldük geçtik daha önce diyenlere velakin, insan arıyor eskiyi niye bilmem.
Acep bundan bir 10-15 sene sonra bizim ufaklık kuzenler İrem'le Eren de düşünür mü benim gibi...?
Olur bence, çünkü en mutlusu onlardı ailenin. Benden yana bir eksilme yok, ben hala büyümüş değilim, bedenime inat. Hala arefe geceleri uyku tutmaz, hala bayrama özel kıyafetler alırım, hala şeker de yerim mesela.. Eskilerde aradığım ne mi o zaman?
Eskiden büyüklerin bayramda yorulduklarını hiç fark etmezdim. Babaannemin, torunlar evi kirletti, gürültü yaptı dediğini hiç duymazdım, büyüklerin gereksiz bir sürü laf kalabalıklarını da...
Kanaatim o ki, büyümek farkında olmak bazı şeylerin. Belki ucu biraz kendimize dokunduğundandır, bilinmez.
Ne kadar büyümezsek büyümeyelim, ne kadar bayram çocuğuyuz halâ diyelim,
çocuk değilsek, bayram başka, yetişkin değilsek bayram başka..
Her şeye rağmen bayram bambaşka.
Ne de olsa, asıl bayramın provası hepsi.
Provadaki performansa göre asıl bayram bekliyor herkesi.

Vesselam..

28 Ağustos 2011 Pazar

Dar-Gın

daracık bir köşede sıkışıp kaldım. ne söylemem gerekeni biliyorum, ne de yapmam gerekeni.
ani olaylar, ani kararlar vermenizi gerektirebiliyor.
ve doğru olan kararı verebilme sancısı, o daralmışlık hissi, düşünceler, düşünceler...
her şey mükemmel değilse bile, öyleymiş gibi görüldüğü zaman verilmeli belki karar
her şey güzel olabilir diye değil.
ya da bunca zaman hep aynıyken, hala aynıysa, demek ki gelecekte de aynı olacak.
böyle de düşünmek lazım belki.
bir şeyler söyleme zamanı yaklaşıyor, hal-hatır sormalardan ziyade, muhabbet etmelerden ziyade, havadan sudan ziyade,
ciddi şeyler söyleme zamanı...
daralıyorum, içim sıkılıyor, ama zaman hiç durmuyor.
vakit yaklaştıkça zaman daralıyor.
zaman... her ne olursa olsun, kayıplara ve katılanlara aldırmaksızın, mazeret tanımaksızın
geçmeye devam ediyor.
zamanın kulluğu ne güzel...

25 Ağustos 2011 Perşembe

Karlı kayın ormanı

Karlı kayın ormanında
Yürüyorum geceleyin
Efkarlıyım, efkarlıyım
Elini ver nerde elin

Memleket mi yıldızlar mı
Gençliğim mi daha uzak
Kayınların arasında
Bir pencere sarı sıcak

Ben ordan geçerken biri
Amca dese gir içeri
Girip yerden selamlasa
Hane içindekileri

Yedi tepeli şehrimde
Bıraktım gonca gülümü
Ne ölümden korkmak ayıp
Ne de düşünmek ölümü

"Nazım Hikmet"


"Zülfü Livaneli"

14 Ağustos 2011 Pazar

Öylesine

Etrafıma bakınca, etrafımdaki insanlara bakınca, gıpta ettiğim oluyor zaman zaman. Bu az oluyor ama, buna da şükür. Ben de böyle olabilsem diyorum, sonra olamam ki diyorum, sonra olmamalıyım diyorum.
Ne uzun zaman oldu bir insana körü körüne güvenmeyeli. Ne çok zaman geçti mutluluktan yanaklarım ağrımayalı. Koca koca gülmeyeli aylar oldu. Gözlerimin ışığı yolumu aydınlatmayalı...
Sonra, namıdiğer siyah adam'ı görmeyeli de çok oldu. Sessizliğine ihtiyacım var, derin bakışlarına bir de. Bir bilmecenin içinde kaybolmayalı da çok oldu bu yüzden. Güven içinde kaybolmanın tadını bilemezsiniz. Evden bile huzurlu olabilir kaybolmanın böylesi.
Kaybolmak dedim de, nereye gidince kaybolmuş oluyoruz? Sahi, evlerimiz gerçekten meskenlerimiz mi? sakin miyiz, sükun oralarda mı?
En nihayetinde Mülteciyiz, ne kadar güvende olabiliriz ?

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Nankörlük Seciyesi

Hani ellerini açınca dolaşır ya dilin,
hani her şeyi isteyebilecek olmaktan
ne isteyeceğini bilemezsin.
her şeyi bu kadar çok istiyorken dünyada
neden senden istemekte tembeliz rabbim?
bıraktım bizi, ben.
ben'i halletmeden biz demek olmaz, öyle ya...
ne olacak halim?


ben memnun değilken, sen memnun olur musun benden?
seni sevmemekten çok korkuyorum Rabbim.
Seni sevmemekten de sana sığınıyorum.
insan memnun etmek istemez mi sevdiğini?
neden?
düşündükçe ürperiyorum, korkuyorum ve üzülüyorum.
bunlar da yetmez biliyorum...


hani bazen açıyorum ya ellerimi
diyorum beni bağışla, cennet ver bana...
hangi yüzle?
sonra bazen korkuyorum, eksiklerimden, gafilliğimden...
şimdi ölüversem diyorum,
hangi yüzle?


utanıyorum çok zaman.
bana soru sorduklarında en çok.
ne ilahiyatçılığım, ne insanlara anlattıklarım beni kurtarmaz biliyorum..
ve bilmiyorum, neyime güveniyorum.
sanki bir rol giyinmişim, habire oynuyorum
yanlış biliyorum, çok zaman utanıyorum.


yanlışı bilmektense bilmemeyi tercih etmeliyken,
bilmek uğruna yanlış yaşıyorum.
daha çok şey Rabbim..
kestiremez oldum, kendimi koyup nerelere kaçsam


Ellerimi bırakma Rabbim!
İstemeye utanıyorum, yine de Rahman olduğunu bilemek güzel.
Yine de beni duyduğunu bilmek güzel.
Nemli nemli gülümsüyorum...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Sevgili günlük...

Kim bilsin, fazla huzur huzursuzluk getirir. Kim inansın insan dert arar dertsiz başına. Kim istesin razı olmak mutsuzluğa da.. Dünyanın işleri de dünya kadar garip böyle. Dünyanın zâtı da kimi insanları gibi ednâ işte... 
Şarkıların kokusuyla yaşamaya başladığında, içindeki delikle yaşamaya da başladı insan. sahi insan mıyım ben? kendi kendime sürdüğüm zararsız hayatım, zaman zaman iyilik yapmam vs vs insan yapar mı beni? neye kaygılanıyorum, ne için üzülüyorum, neden bu kadar kolay duygulanıyorum mesela, merak ettiklerim var... mesela neden yalnızlıktan en çok korkanlardan olmama rağmen en yalnızlardanım?
yalnızlığın o çekici yanına hep kapıldım nedense. hep kandım, tav oldum karanlığa. karanlık siyahtır, yalnızlık da öyle denebilir. siyahı severim...

Sonra biri var, o da siyah, onu da severim. Pek tanımam, ama yine de severim. Nadir görürüm, daha doğrusu ara sıra görmeye giderim. Ve ne zaman yanından ayrılsam, ilhama inanır mısınız bilmem, içim dolar. Benim yapmayı hayal ettiklerimin yapılmışı gibi o. kim olduğunu kim olmadığını da bilmem pek. sormaya çalıştım, sonra vazgeçtim. bilmemek, tanımamak daha güzeldir bazen. çok güzel bir kitabı filmleştirip mahvetmek gibi olurdu heralde onu tanımak.. Hem gelecekteki hayallerimi, hem şimdiki hallerimi birden görüyorum sanki o yürürken. Aynı şeyleri düşündüğümüz olur, o bilmez de. sonra aynı yalnızlıkta komşuyuzdur onunla, o tanımaz ama. kaygılar ortak olsa da, o hep bir adım öndedir. Başkadır başka..
Yok aşık filan değilim. Dedim ya, selam versem şanslı sayarım kendimi. Salt Aşk değildir birinde huzur bulmanın adı. başka ne derseniz deyin işte...

Görmeye giderim onu, çünkü bazen boğulduğum oluyor. Bu kalabalık hayatımdan yorgun düştüğüm oluyor. sevdiklerimle dopdolu da olsa, kalabalıktan yıldığım oluyor. hiç kimseye bir şey demeden gidesim geldiği oluyor. böyle böyle imkansız daha bir sürü şeyin hayalini kurduğum oluyor.
insanları izlerken, bir filmi izlerken hep aynı şeyleri düşünebiliyorum mesela. bu kalabalıklık belki de bir kişinin eksikliğindendir, ne bileyim. ama dedim ya düşünüyorum, nasıl oluyor, nasıl karar verebiliyor aşık insanlar? sevdiğim, hayatımın devamında görmek istediğim bu diye nasıl denebiliyor? ben mi çok korkağım yoksa... hem iyi hem kötü bir şey bu da...

Ama yine de tazelenmeli hayat, eleme yapılmalı ne bileyim, gereksizler çıkarılmalı.. ya da ben miyim gereksiz olan, kendimi nereye koysam?

22 Temmuz 2011 Cuma

Alıntılardan

" Ah çekip resme bakar, derdi ki:
Söyle güzelim sen hiç gül gördün mü dikensiz
Gül yüzün benli de yüreğin niye bensiz.. "

7 Temmuz 2011 Perşembe

Mendil Satan Şiir

haydi bana  bir şeyler söyle
ilham alayım sözlerinden
dokunaklı kelimeler bir de
yaşlar henüz yol bulmamışken gözlerimden.
bunca susmalar hayra alamet değil
gidecek yer kalmadı bana kelimelerden başka
sesinde sükun buluyor sanki içimdeki depremler
sen kur, güzel olsun diye cümleler..
kısık sesli bir melodi  gibi bakan gözlerin konuşsun istersen
içinde berrak nehirler akan gözlerin..
gözlerini görünce bir inşirah ferahlığı yayılır yüreğime..
haberdar olmanın zirvesinde geçiyorken ömrümüz,
patlayan bombalar içimizdedir
yetim kalan çocuklar biziz
gelen zamlar ve azalan maaşlar da bizim,
kalabalıklaştıkça yalnızlaşan ruhlar da
anlıyorsun değil mi, anlıyorsun
iyi ki var gözlerin...
dualardan süzüp doldurduğun cümleler sun bana
seni tanımasam ve beni tanımasan da...

3 Temmuz 2011 Pazar

İdris Özyol der ki:

SENİ BANA KALP DİYE KOYMUŞLAR

senin en güzel yerin sensizliğin
başka birine hazır oluşun aynalarda
bir gün başka uyanırsam yanında
ya sen gitmişsin ya ben kaldım
işte o zaman beni otuz yıl öldür
otuz yerimden sürgüne gönder




elbet ben nesiyim bu hayatın
ben bu aşkın Semud kavmiyim
ne zaman sana üşüsem
ateşin icadı geri alınır
kim kalır içimizdeki saat dursa
İçimdeki saat başka bir gidişin olsa
seni yaşamak beni öldürür
beni öldürdü kendi aklım
benim aklım kimin aklı
sen neyimsin benim hiç bitmeyen




seni bana kalp diye koymuşlar
beni sana bir gidiş hazırlığı
gittin ışıklar yandı içimde
ışıklar söndü içimde gittin
seni gittim ben aynalara bakarken
aynalar seni sürdü ben seni öldüm



1 Temmuz 2011 Cuma

Yavaşça dönüp baktım ve dedim ki:

Bir iç titremesi, bir yürek hoplamasından ötürü kalp gümbürtüsü, bir nefes daralması, bir göz içi parlaması...
Vardı eskidendi oluyordu.
Zorlamakla, olsun istemekle, çaba göstermekle, beklemekle, kabul etmekle, taviz vermekle, alakasızmış gibi görünen bu şeylerin hepsiyle, olmaz...
Düşüncede, geçen günde ve hatta uyku halinde yer vermek lazım gelir
Umur dışı bırakılmış yüzler, isimler, gülümsemeler, sözler bir içi titretemez, bir yüreği hoplatıp kalp gümbürtüsü gerçekleştiremez, nefesleri daraltmaz ve gözlerin içini parlatamaz...
Nedir ki, şairlerin saçmalamalarına katlanmaktan başka?
Maziyi düşünüyorum, hatırlıyorum, o ne kelime, yeniden yaşıyorum nerdeyse
Değişen bir şey yok kendimden başka demek isterdim değişebilseydim...
Hiç geçmeyecek biliyorum, bu yüzden, bildiğim bazı şeylerden nefret ediyorum....

Anlatamadığımın farkındayım...

26 Haziran 2011 Pazar

Başka bir şehre bakarak...



"Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön!"
                                   İ. Özel


"Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım..."
                                   Hz. Mevlana


Nereye gidersen git, ne kadar uzak olursa olsun,
Kalbin evindedir
Eve dönmek, bir şehri terk etmek; 
kaldırımlarıyla, dalgalarıyla, martılarıyla, çocuklarıyla, 
yalnızlıklarıyla, kalabalıklarıyla, uykusuzluklarıyla
adımlarıyla, adamlarıyla, sevdalarıyla, yalanlarıyla;
tüm yanlarıyla...
Bir şehri terk etmek,
yeni bir şarkı söylemek, ya da içine taze bir nefes çekmek
Bir şehri terk etmek,
eve dönmek, yapayalnızlıktan yalnızlığa terfi etmek...


Hasılı, bugün hiçbir kimse ve şey yok düne  dair 
Bugün yeni bir şarkı, taze bir nefes...


(Evet, ikisi ("", "") aynı şeyi anlatıyor )

20 Haziran 2011 Pazartesi

Sevmekle alâkalı lakırdı - 3

Bazen, hani vardır ya, bir cümle ile koca dert anlatılır
Sonra, bazen bir kelime ile çok daha güzel anlatılır
Hem, bazen de susunca, en çok şey o zaman anlatılır

Kızılmamalı susuyor diye sevilen
Düşünüyordur, yardımcı olunmalı hem

"Seviyor musun beni?"

7 Haziran 2011 Salı

Sevmekle alâkalı lakırdı - 2

Bir yüz, bir mutluluk demek olabilir
Bir yüz, bin acı demek...

Vefa denen şeyli olmak için, illa birinin bunu hak mı etmesi gerek?
Soru çok cevap yok bugünlerde
Kafam olmuş bir istanbul..
Ve bir yol kenarında sessizim bugünlerde
Ne red var niyetimde ne kabul..

Polisiye romanlar okuduğumuz yaşlardaki kadar heyecanlı olabilirdi sevmek
Kitaplarımızın konularıyla beraber ağırlaşmasaydı kalp atışlarımız da...
Sevgisiz bir karanlık içerisinde bulvarlarda sabahlayan gölgelerimiz var
Soğuğu iliklere işleyen bir karanlık var hem, aylardan haziransa da...

Hiçbir dilde karşılığı yok platonik teşhisinin
Realist bir çağın materyalist çocuklarına göre değil böylesi
Sevme kavramına duyduğu ihtiyacı fark edemeyen maşuklara aşık olmak çağımızın kaderi
Aşıklar bugün, en onurlu ihtiyaç sahipleri

Sosyal mesaj vermenin alemi yok belki de
Karşılıksız bir kelimenin, kendini yırtarcasına telaffuzuna uğraşmanın da öyle
Anlatmak zor, hal aşikar olalı
Nasıl kaldıysam o gün,  hala öyle avare, hala öyle savunmasız, hala öyle ...
Zamanın her şeye ilaç olmadığına şahit oluylorum böyle böyle...

Eyvallah...

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Asabiyet Raporu

Bende bi gariplik var.. hassasiyetlerimde duygularımda bi şeyler oldu. insanların büyüüük bi çoğunluğuna katlanamaz hale gelebilir mi bi insan? yahu hem de tanıyorum ben bu insanları.
ama katlanılır gibi değiller samimi söylüyorum..
bak şimdi, nasıl desem, ya bir şeyi sevin, ülkü edinin ama gözünüzü seveyim putlaştırmayın be kardeşim, yazıktır yahu size..

geçenlerde (islami) bi kurumun toplantısındayız, söz hakkını kapan arkadaş, başladı kuruma bağlılık naraları atmaya. mübalağa sanatının ince örneklerini sergiledi salonda. baya ona bakan, kurumu görsün istiyomuş kendisinde ya..
hacı naptın? hadis o ya.. sana bakan Allahı hatırlatcaktı hani, o hadis işte. naptın karıştırdın sen.. dikkat et nolur..!
valla ben de seviyorum o kurumu, kızdığım o değil. koca koca adamların çıkıp artistlik uğruna çektikleri (-ecekleri) dil yarasına üzülüyorum ben. bu var..
sonra biri çıkmış sahnelerde kürsülerde boy gösteriyor. yaklaşıp soruyoruz, selamun aleyküm abi, hayırdır napıyorsun sen?
sen misin soran, hadi hobaaa başladı mı naralara; Allah rızası, islamın istikbali, kahrolsun israil, mahvolsun emperyalizm, gebersin siyonizm derken derken; ülkeyi sömürdünüz, Rejim Düşmanı kaçamaz, kandırdınız kalkındırmadınız, Dokunulmazlık bitecek, hedef 2023, iş aş haydar baş..!!!
haydaa!! hedef slogan atmaksa çok başarılısın kardeşim. ama hedef hedefe varmaksa ne dediğini bi bilmek lazım gelmez mi? hani bağırınca coşa geliyoruz ya biz de, ne dediğine bakan da yok adamın.. huraa alkış her bağırana..bu da var..
bi de şöylesi var: abimiz ablamız okumuş, yazmış, sınavlara girmiş çıkmış, ezberlemiş, bilmiş saygımızı kazanmış. uzman der olmuşuz. bilen sınıfına oturtmuşuz. e bilmediğimizi bilene danışalım diyoruz, allah ilim vermiş sana kardeş, hakkımızı almaya geldik, bir iki suailimiz olacaktı diyoruz; o da ne?
kapris kaplamış hep çehresini, üstü başı kibir içinde, perişaaan, kötüüü, yaklaşılır gibi değil!
neyse alttan aldık, hakkıdır çalışmış, beğenmez bizi, olur dedik, yaklaştık yani. gittin mi? gittim, sordun mu? sordum. yemin olsun pişmanım...! o neymiş arkadaş, zararı beni aştı, suçu bende kaldı. vicdanı acır da ölecek gibi olur muymuş insan? oldum yemin olsun..!
insanın köyüne geri dönüp fadimenin düğününde halay çekesi geliyor! nolduk böyle duyarlılık şovu yapıcaz derken ne duygumuz kaldı ne duyduğumuz.. dünyamız ahretimiz tehlikede bu gidişle, titreyip kendimize gelmeyelim mi artık?
şova değil şoka ihtiyacımız var arkadaşım, anlatabiliyo muyum?
Eyvallah...

27 Mayıs 2011 Cuma

Sevmekle alakalı lakırdı


Biraz tehditvari, biraz delikanlımsı, biraz cesurumtrak konuşmak gerekirse,
Şairî bir edayla söylemeliyim ki ben (seni demiyorum dikkat) hiç sevmedim ki...
Niye?
Çünkü ben sevdim mi, adam gibi severim...

(burdan espiri de çıkar kötü mötü ama yapan yapsın zararı yok)



Ha gördün mü sevildiğini, o zaman amman azami dikkat!
Çünkü "bulamazsın benim gibi seveni, bulamazsın seni mutlu edeni..."
O kadar da kesin konuşuyorum yani... ;)
Eyvallah...

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Ziyan ettik vakti... Sadega Rasulullah

Garip şeyler oluyor yine, yine yoruluyor ansızın içimde çalışanlar
Çalışıyorlar mı ki sahi?
Çok çalışmaktan yorgun değilim diye ses verdi içim; keşke gerçekten ne istediğini bilseydin de dedi bana
O zaman yorulmazmış öyle dedi.
Ve şöyle dedi: sen çalışırken mutlusun, asıl, işi bitirdiğinde yoruluyorsun... İnsanın yaptığından, yapmak istediğinden tereddüt etmesi ne de zor.. Belki emin olsan yaptığının yapmak istediğin olduğuna, daha çok şey yapardın.. 
İçim haklı, içime dönme zamanı...
Ah zaman.. İçimde yaradır.. .Gidişini çaresiz seyrettiğim, durduramadığım.. yıllar ayırdığım onca şey, şimdi yanımda bulamadığım..
Ne zaman geldim ki ben bu yaşa? Diyemem ki ben çeyrek asır geçirdim dünyada, diyemem, korkarım...
Çeyrek asır... Çok fazla büyük...
Buna rağmen yaşanan kararsızlık koyuyor insana.. Neyin kararını veriyorum ki, giden gitmiş sanki.. Sanki çok geç karar vermek için.
Zaman, kader kadar insan zihnine fazla...
Zaman diyorum, aklına çok güvenen varsa...

Anlayamadığımı yoktan var eden Rabbim! Sen çok büyüksün..
Akla sığmayanları yarattın;
Bense insan olmayı 'bile' kaldıramadım...
Komik hallerimi de bağışla!...

19 Nisan 2011 Salı

Karanlığa, soğuğa, yalnızlığa ve ilk etapta kötüymüş gibi duran her şeye


haddi aşar cümlelerimden,
korkularım ve endişelerimden sonra...
peki bundan sonra
ya sonra?


Bu yazı geliştirile, şimdilik şu çalanı dinleye dinleye...

13 Mart 2011 Pazar

O neydi derken..

Dümdüz otobanda, gidebileceği son süratle giden bir kaplumbağa gibi hayatlarımız..
Ters dönünce anlıyor insan o kadar kolay değilmiş hayat...
Tekdüze yol alırken bir tümseğe takılır ayağınız,
Hop!
Ne olduğunu anlamadan düşüncelerin farklılaştığını fark edersiniz.
Bu yol ne zaman bitecek derken, nasıl düzeleceğim demeye başlarsınız.

Geç kalmışlık veya erken gelmişlik
Yalnızlık veya beraberlik
Durmadan çalışmak veya sıcacık bir limanda dinlenmek
Asık yüzler veya anlamlı bakan gözler
Sıradanlıklar veya heyecanlar....

Korkmak eylemine, engel olmak fiili gerekli..
Yardım çağırmak eylemime, işitmek fiili...

6 Mart 2011 Pazar

Ihlamur'u Kesmesinler...

Bir çift el düşer gecenin karanlığına..
Umutsuzluğa uzanan ellerini söylüyorum, evet..!
Sen varken korku yoktu
İnanmak ve güvenmek vardı
Hep kuzeyde dururdun, sert eserdi senden hep
soğuk iklimlere can-ı gönülden alışmak vardı..
şimdi anlatmak neyi değiştirir bilmiyorum
hatırlar mısın, eskiden de bir şeyi değiştirmezdi
çünkü sen ne dersen de, sadece sana inanmak vardı...
Gölgesine sığındığım heybetinden mahrum kalalı sağanaklar dinmedi bilmiyorsun.
Hayat denen şeyin pembe rengi kaybolunca şükrettim renkli televizyonumuz olduğuna
Zira olmuyor, yaşanmıyor, çekilmiyor siyah beyaz bir dünya
Sen varken, siyahları bir trene bindirir yollardım
o hep gitmeyi hayal ettiğin uzaklara.
Sahi, ne vardı oralarda bende olmayan,
Niye hiç bana gelmek istememiştin?
Hem zaten ne bana geldin, ne uzaklara gittin...
Hatırlar mısın, hep gitmek ister, ama bana git derdin..
Gönderme beni diyebilirdim,
Ağlayabilirdim,
Yalvarabilirdim, yapmadım!
Çünkü gönderme demek için,
Ağlamak için,
Yalvarmak için güç gerekir, bilmezsin.
Güçsüzüm...
Ben, hayal bile kurmayı kendine yasaklamış,
Kendi ülkesinde kendini sömüren bir hükümdarım sen gideli
Gel demem,
Dur demem,
Git demem,
Gelsen, kal bile demem.
Ben bembeyaz sayfaları kapatıp, kara kaplı defter diye bağrıma bastım
İnandıklarımın, hem de hepsinin, yalan olduğunu öğrendikten sonra rahatladım
Güldüm gerçekten, güneş parladıkça güldüm, gülüyormuş gibi yapmadım...
Güneş gider, tebessüm biterdi çoğu zaman,
Ama yasaktı adın, kendi ülkemde, kendi derdimin devasını yasaklayan bir sultanım..
Ben hiç böyle şeyler yazmıyorum, söylemiyorum kimseye
Kendime bile..
Düşünce ağlamamak için dudaklarımı ısırıyorum
Dudaklarım kanıyor..!
Bir şeyler söyle bana, canım yanıyor...
Ellerin diyordum, doğru ya;
İşte alacak olursan ellerini yüreğimden, olacakları görüyorsun
Ben alıştım, ama yine de bir şeyler söyle bana,
Canım yanıyor biliyorsun..
Sen git, görmek istemem asla,
Ben sözlerin diyorum, gölgen, ellerin onlar gitmesin...!
Gölgen olmazsa yanarım, kururum ıhlamur ağacı
Allah seni başımdan eksik etmesin..!

15 Şubat 2011 Salı

Bi' dk dinler misiniz?

Sevgiye muhtaç olmasaydık, der Hüsrev Hatemi...
Bu kadar mı sanki?
Keşke inanmaya da muhtaç olmasaydık... İnsan olmanın acziyetiyle sarılmayabilseydik keşke her uzanan ele.
Ve insan olmanın aceleciliğiyle benimsemeyebilseydik her ilave olanı hayatlarımıza...

Vaadetmek, en sinsi yalandır belki de ne dersiniz? Çünkü, siz bile anlamazsınız vaatlerinizi sıralarken, aslında gerçekleştiremeyeceğiniz şeyleri söylemekte olduğunuzu.
İş ciddiye binerse, ya da olur da şöyle bir düşünürseniz farkına varırsınız söylediklerinizin elle tutulur yanı olmadığını. Belki o zaman bile farketmezsiniz söylediğinizin yalan olduğunu. Ama kabul edelim, gerçekleştiremeyeceğimizi bile bile ettiğimiz vaatlerin, gerçek olmadığını bile bile söylediğimiz yalnlardan ne farkı var?

Ve fark etmediğimiz bir şey daha; giderken de veda etmeyin!
Çünkü belki hiçbir zaman aklınıza gelmeyecek duygusallıktaki cümleler, nedendir bilinmez, veda konuşmalarında dökülür inciler gibi. Ve o cümleler yakıcıdır, kırıcıdır, dağıtıcıdır, yerle bir edicidir, mahvedicidir, yazık edicidir, yaklaşmakta olan ayrılığın düşündüğünden de fena olduğunu fark ettiricidir!
Gitmek niyetindeyseniz, veda etmeden gidiniz!

Hâsılı şudur izahına çaba gösterdiğim: Gitmeyiniz, ve fakat eğer ki gidecekseniz, vaat ve veda etmeden gidiniz!
Saygılar....

14 Şubat 2011 Pazartesi

İstanbul'a dair..

Bir şeyler özlenir İstanbul'a dair...
Muhabbet eşliğinde nasıl bittiği anlaşılmayan çaylar, her gün anlatılsa da hiç bitmeyen anılar, komik değilse bile o an katıla katıla güldüren espiriler... Dostlarla yapılacak bir sürü şeyler özlenir İstanbul'da en çok sanırım... İstanbul'da yapmayı özlenen şeylerin çoğu elbette başka şehirlerde de yapılabilir; ama kime sorsanız bunları İstanbul'da yapmayı özlemiştir.
İnsan soruyor tabii, neden İstanbul diye.. Nedir farklı kılan, İstanbul'u İstanbul yapan diye..
Şöyle diyebilirim sanırım kendimce;
Eğer çay bardağınızın arkasından vapur geçiyorsa, orası İstanbul'dur..
Eğer başınızı bir kaldırışınızda en az üç farklı milletten insanı birden görebiliyorsanız, orası İstanbul'dur..
Eğer pahalı mağazalar, barlar, gösterişli arabalar arasından geçerken, bir adım sonra binalar arasına asılmış çamaşırlar görebiliyorsanız, orası İstanbul'dur..
Eğer her tepeden bir minare, bir sur, bir kale yükseliyorsa, orası İstanbul'dur...
Eğer sabahları martı sesleriyle uyanıyorsanız, işinize deniz üstünden gidiyorsanız, orası İstanbul'dur...
Eğer kurduğunuz bunca cümleye rağmen, halâ yapılacak tanımlarınız varsa zihninizde, orası İstanbul'dur...

Bir ömür yaşansa da burada, halen yaşanabilecek şeylerin var olduğu bir şehirdir, kanaatim o ki. Ağızlarda hoş bir tat, belleklerde güzel anılardır, her kime sorsanız. Klişe olacak ama, söylemekte yarar var;
efendiler, İstanbul anlatılmaz, yaşanır...!

Diye hasbihal edesim geldi bu gece... Eyvallah..

10 Şubat 2011 Perşembe

Kahire'ye Mektup Var!

Tutsaklık, tutulup kalmaktır..
Hemi tutulmak, hemi de tutmaktır sıkı sıkıya...
Koca koca cümleler deviren dilini tutmaktır;
Haksızlığa, zulme, ihanete, sömürüye...
Elinden bir şey gelmemek, söylemek isteyip söyleyememek...
Tutsaklık, tutmak zorunda olmaktır!..

Tutsaklardan en güzeliydi Kahire!
Kahreden kadın...
İsmine nisbet diye mi kahrettiler seni?
Telli duvaklı gelin verdik seni zalim eline...
Çölde açılmış gül, Nil'de açılmış yol Kahire...
Gaddar ellerin uysal gelini...
İsminle müsemma, kalk ve üstün gel zulme!
Irgala üstünde yayılıp gaflet uykusuna dalan koca gövdeleri!
Hiç korkma, bu imanın, bu yüreklerin devrimi!

İşte özlemini duyduğumuz günler bunlar nazlı kız!
Zaferin mertebe mertebe yaklaştığını duyuyor musun sen de?
Dik dur ve sakın yenilme,
Biz; kurtarıcın, yardımcın, destekçin, duâcınız..
Biz hiç olmazsa yüreklerimizle yanındayız...
Kurtulacaksın zalim koca elinden, sömürüden, zulümden, ihanetten...
'Deve'lerin sırtında alacağız seni özgürlüğe çıkan kapının
İmanla derinleşen yerinden!

Sakın yılma, vazgeçme zulme isyanından!
Yanındayız çöl güzeli, yanındayız kardeşim!
Çünkü biliyoruz, tutsaklık yardım umut etmektir.
Ve özgürlük, kucaklaşabilmektir!

"O halde Allah yolunda çarpış" Kahire!
"Ve bil ki Allah, her şeyi işitir ve bilir.” (2/244)

7 Şubat 2011 Pazartesi

Can sıkıntısı

Gülmek zorunda olmak canımı yakıyor...!
Peki ama neden gülmek zorundayım?
Gülmezsem sevmezler beni diye mi?
Peki ama neden beni sevmek zorundalar?
Beni kimse sevmezse yalnız kalırım diye mi?
Peki ama şimdi yalnız değil miyim?
?
Ben biraz surat assam olur mu? Ama yine de sevin beni! ya da, siz bilirsiniz, belki içinizden gelmez, ben zorlamayayım..
Hatta siz arkanızı dönün, bir iki damla ağlayayım, ama bakmak yok, söz mü? Ya da, isterseniz bakın, beni öyle gözü yaşlı görürseniz, belki kaçarsınız dert dinlemekten diye demiştim. Bakın siz iyisimi, kaçışınızı görmek işime yarayabilir..
?
Anlıyorsunuz ya, iyi değilim. İyisimi aramayın siz beni bugünlerde, sonra görüşelim. Hem yalnızlığı hakkıyla yaşamak işime yarayabilir.
?
Yine kaşlarımın ortasında ince bir ağrı peydah oldu. Hani insanın canı hiçbir şey yapmak istemez ya, öyle işte.. Allah'ım, böyle, hani vardır ya, işte öyle olsa. Sonra ben mutlu filan olsam, sahi, Mut'ta doğup, orda yaşayanlar ne şanslı değil mi? Söylemesi bile güzel, 'nerelisiniz?' -' Mutlu'...
Neyse, yine lafa tutuyorum sizi, ben şiir okurum, siz gidin.. Hay Allah, şu şiirler de ne komik. Kıtalar dolusu palavra, mübalağa.. Hiç olacak şey mi o yazdıklarınız.. Bakın güldüm durduk yere..
?
Neyse öyle işte. Haydi gidin siz artık madem...

31 Ocak 2011 Pazartesi

bazen de böyle..

Bir gün, kendi samimiyetimden şüpheye düşeceğimden korkuyorum gün geçtikçe. Şu hayatta çabaladığım her şeyin boşmuş hissini vermesi, tutunulacak her şeyin de kırılmaya mahkum olduğunu çağrıştırıyor. Bu yüzden, küçük adımlarla büyük yollara koyulma cesaretini gösteriyorum belki de.. Korkutuyor beni insanlara güvenmek, ya da bağlanmak daha çok. Hani samimiyet dedim ya başta, yok öyle bir şey ya! Hani, gözle görülmeyen, kulakla duyulan ama olmayan bir şey..
Kendimden biliyorum, eskiden samimiyetle çok sevdiğim bir insanın şimdi adını hatırlamak istemiyorum ki üzüntü vermesin bana. E hani samimi sevgi, nerde o anılınca, dudaktan dualarla birlikte dökülen isim?
En sevdiğim eleştiri, öz olanıdır! Söz, eleştiri olunca, insan yitiriyor kendini başkalarının kusurlarında, gördüğüm o ki.. Öz kayboluyor halihazırda sahne bu olunca. Öyle ya, söz, eleştiri olunca, özeleştiri yapılamıyor..
Anlatamadığı acıları vardır insanın. Bir reklam panosu okurkenki umursamazlıkla okuyun bu söyleyeceklerimi. Zira yazılsa da, hatta herkes okusa da, yazanın çıkarından başka neye yarar denen türden şeyler olabilir yazacaklarım.
Anlatılması zor acılarımdan biridir, insanlarla yaşamak mecburiyetim. Deliliğime vuruyor zira, bu acımı kime anlatsam. Öyle ya, sosyal bir hayvan olan insanın bundan şikayet etmesi ne derece mantıklı açıklanabilir? Güvenilmesi ve inanılması gereken en son varlık insandir, diye düşünmemden, yıllarca bir düzen dairesinde dönüp gitmiş bir hayata birden bire girersem, orda asla bir yer edinemeyeceğim fikrine sahibiyetimden, insanın, bir dakika sonrası hakkında bile en ufak bir fikri olmamasına rağmen, en büyük sözleri edebilen bir yaratık olmasından, kafama çizdiğim kalıplardan bir türlü kurtulamıyor olmamdan, aldığım bir darbe yüzünden hala sallanıyor olmamdan, yeni darbelerden korkuyor olmamdan, karşımdaki kişi kim olursa olsun bu korkunun verdiği güvensizlikle yaklaşıyor olmamdan, ve tüm bunları düşündüğüm için çekilmez bir insan olduğum kanısına sahip olduğumdan, insanlarla yaşamak mecburiyetinden nefret ediyorum!
Fikrimi değiştirebilir misiniz? Zira kimi şeylerin yanlış olduğunun farkındayım, mamafih hayattan tadılabileceklerin acı olanının sömürgesi altında yalnızlaştırılmaya mahkum kılınmışım. Tüm sevecen hislerimin sokağa çıkma yasağı var.. Bir devrim, bir ihtilal, bir isyan bekliyor yorgun topraklarım.. Daha zamanı var belki de, belki de o ihtilal özgürleştirecek beni, belki de o ihtilal uğruna can verince özgürleşeceğim.. Bir canlı bomba olarak, insansız uçaklara inat!