Hakkımda

21 Aralık 2011 Çarşamba

Sevgilimin cenazesinden

Nerde olduğunu bilirdim, gecelere değin sürerdi bazen evine gelmesi
Biraz kitap okurdum, biraz pencereden dışarıyı izlerdim, saat yarım olurdu, bir olurdu, uyku bastırırdı bazen.

Telefon elimde uyuyakalırdım. Sonra saat belki iki, belki daha geç çalardı telefon. öksürürdüm açmadan önce sesim çatallamasın, uyuduğumu anlamasın diye. "uyumuş muydun?" diye sorardı karşıdaki ses. "Hadi uykuna devam et" der de kapatır diye korkumdan "yok uyumuyorum" derdim.
O sesi beklerdim, çünkü, duyduğum anda bir uçak havalanırdı, o boşluk hissi, o kalp hızlanması, o ayakların yerden kesilmesi...
Beklerdim çünkü, duyduğum anda gökten bir yıldız kayardı, o mucizevi manzara, o karanlıktan doğan ışık, o güzellik, o huzur...
İçimden bir ses, bana onun yorgun olduğunu, uykusu olabileceğini söylemese, sabaha kadar kapatmak istemezdim telefonu. Ama kıyamaz, yine "hadi uyu da dinlen" diyen ben olurdum.

Çok önceydi, yıllar, yıllar önceydi bu anlattıklarım. düşünün telefon bile icat edilmemişti. Bundan sebep olacak ki, bir daha telefon hiç çalmadı. Ben nerde olduğunu bilmez oldum, eve ne zaman geldiğinden habersiz kaldım. Beklemedim hiç, telefonu bir yerlerde unutup uyur oldum, uyanınca bile bakmaz oldum, çalmayan telefonuma.

Sonra telefon çaldı, içimden açmak gelmedi. Telefon çalarken uçaklar kalkmadı içimden, yıldızlar kaymadı gökyüzünden. Sımsıkı yumdum gözlerimi, kalbimi dinledim. Giden de susan da suret idi, gördüm. Bulamadım içimde surete yangından zerre. Ses aynı ses, göz aynı göz idi. Ne görmek ne duymak istedim. Belli ki gecelerce beklediğim ses, kendi sesimmiş. Yürek benimken, ses bahaneymiş.

15 Aralık 2011 Perşembe

Vay Ben Nerelere Gideyim?

     Kendimi durağanlaşan, tekdüzeleşen hayat içerisinde samimiyetsizmiş gibi hissetmekten korumak istediğimden, samimi insanların dost meclislerini arar oldum. Dediğimi yap, yaptığımı yapma zihniyetindeki hoca efendilerden, hoca hanımlardan soğumanın ötesine geçmiş bir iğrenmeyle bitişik, bıkmışlıktan kaynaklı uzak durma hali zuhur etmiş durumdayken farkettim ki, samimiyet dedik mi, işimiz gerçekten ziyadesiyle zorlaşıyor. Hangi meclise girsem birbiriyle çelişik bin bir türlü sahneye şahit oluyorum. Küllenmiş yürek yaygınıma bir kıvılcım düşsün de yeniden kor olsun diye girdiğim meclislerin, alevler içindeymiş gibi görünen illüzyonlar olduğuna hayal kırıklıkları eşliğinde şahit oluyorum. Nefsimden şikayetçi olduğumdan gitsem, nefse yenik düşen efendileri görüyorum.

     Herkesin her konuda söyleyecek o kadar çok şeyi var ki. Kendisine sorulsun ya da sorulmasın, o kadar anlatmak istiyorlar ki. Kendilerince çok sağlam dayanaklarla kabul ettirmeye çalışıyorlar, dayatıyorlar kendi düşüncelerini. Başta karşı çıkmaya çalışsam da bir müddet sonra yoruluyorum ve kabul etmiş gibi görünmek zorunda kalıyorum. Hani demiş ya şair, ne kadar bilirsen bil, bütün bildiğin karşındakinin anladığı kadardır. Tam da böyle.

     Geçtiğimiz beş gün içerisinde, gazeteci, yazar, yayıncı, dergici, radyocu, akedemisyen, öğretmen, öğrenci... belki onlarca insanla sohbet halindeydim, ya da olmak durumunda kaldım demek daha doğru. Genelde aynı konu etrafında dönüp duran konuşmalardan tesbitlerim konuya dair yorum çeşitliliği olamayacak maalesef. Şunu gördüm sadece, herkesin bir fikri var. Kimisi kolay değişebiliyor, kimisiyse yanlış bile olsa inatla kendi fikrini savunuyor. Herkes kendince haklı, müthiş bir paradoks halinde fikirler. Artık kimse dinlemek istemiyor. Modern yüz yıl, insana öyle bir özgüven aşılamış durumda ki, sanki artık her insan bilir kişi, kimsenin kimseden öğrenecek bir şeyi kalmamış. Artık insanlar internetten okudukları bir kaç cümleyle entelektüel, okudukları bir kaç kitapla aydın olabiliyor. Ve belki de daha korkuncu, artık herkes yazıyor. Bu durum beni ziyadesiyle korkutuyor. Zira artık kimi dinlemek lazım, bulmak zorlaşmışken, artık okurken de aynı hassasiyeti göstermek gerekiyor. Bir kitaplar vardı, dergiler vardı, artık onlar da karmaşada seçilemiyor...

     Herkes bir başka tele vururken, her kafadan başka ses çıkarken, kulaklarımız buna daha ne kadar tahammül edebilecek bilmiyorum. Dinlemekten o kadar yorgun düştüm ki, konuşmaya korkuyorum...

7 Aralık 2011 Çarşamba

Kekemeyim ben!

Bazı kelimelerin tanımını yapmak zordur. aslında bildiğiniz birebir yaşadığınız kavramlar nedir sorusuna cevapsız kalır bazen. bazı kelimeler de vardır tanımı yeni bir tanımı gerektirir. mesela, yaşamak ve ölmek gibi, mesela, özgürlük ve tutsaklık gibi. zira özgürlük tutsaklıktan kurtulmaktır. bu kez de tutsaklığın tanımını yapmak gerekir ki o da özgür olmamaktır.


bazı kelimeler de bilinmek için birbirinin varlığına muhtaçtır.su ve susuzluk gibi. yaşamak bir anlama muhtaçtır mesela. anlamsız yaşamak, anlamsızdır, gerek yoktur yani yaşamaya. işte o anlamlar da tarifi zor birer kelimedir.

Bazı kelimeleriyse anlatmak imkansızdır. Acı gibi...Bir yürek yanıyorsa, tek ifadesi çekilen nefessizliktir. fiziki bir nedene bağlı olmaksızın pisişik bir sebepten nefes daralması, acının bariz bir belirtisidir. anlatmayı denemek yersiz bu yüzden belki de; zira insanlar anlamıyor değiller, yaşanan şeyin izahının mümkün olmayışında sorun.
kelimeler harflerden oluşmaz bu yüzden, seslerden oluşmaz. onlar birer histir, dilde değil, kalpte olan şeylerdir. 

Kelimeler öğretmeseydi bize Allah, acaba bu kadar üzülür müydük, merak ediyorum. içimizdekileri bu kadar büyütür müydük ya da. çünkü kelimeler öyle şeyler ki, yaşananı olduğundan daha mübalağalı, hisleri hissedilenden daha şaşalı yansıtabiliyor. Allah bize kelimeler yaratmasaydı nasıl düşünürdük acaba? 
yaşamak anlamlara muhtaç, anlam kelimelere, kelimeler anlamlara... 
Tefekkür için de kelimeler lazım mesela...